28 Eylül 2011 Çarşamba

İskenderiye'ye Gece Yolculuğu



İskenderiye


Kahire'ye devrimden hemen sonra gelip, Tahrir meydanını görmeden gitmek olmaz. Bir köşesinde müze, diğer köşesinde Amerikan Üniversitesi olan, ortasından yoğun bir trafik akan sıradan bir meydan. Tüm Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasını derinden etkileyen Arap Baharı'nın bu kalabalık ve telaşlı meydandan başladığına inanmak çok zor.

Sonrasında karayolu ile İskenderiye yolculuğumuz başladı. Yoldaki tek zorluk Kahire'den çıkarken ve İskenderiye'ye girerkenki trafik. Onun haricinde Nil deltası boyunca uzanan altı şeritli duble bir yoldan gittik. Yol boyunca konaklama yerleri ve benzinciler mevcut. İskenderiye yakınlarında birkaç tane rafinerinin yakınından geçiliyor. Eğer benim gibi geceleyin geçerseniz, mutlaka bacalardan çıkan alevlerden ve ışık denizinden etkilenirsiniz.

Yaklaşık üç saatlik yolculuktan sonra aracımız İskenderiye'ye girdi. Şehir tipik bir Akdeniz kıyı kenti. Sahilde güzel bir korniş yolu var, bu yönüyle İzmir'i andırıyor. Kornişteki binalar zamanında bu kentin Akdeniz'in incisi sıfatını nasıl gururla taşıdığının birer kanıtı. Ama şimdi hepsi bakımsız ve yorgun... Bana eski güzel ve haşmetli günlerini özlemle anan yaşlı ve düşkün aristokratları hatırlattılar.
 

İskenderiye Sahili

İskenderiye'yi dünya çapında meşhur eden iki özelliği var, ikisi de bugün kayıp; İskenderiye feneri ve İskenderiye kütüphanesi. Şehir MÖ 332 yılında Büyük İskender tarafından kurulmuş ve adını kurucusundan almış. Bugün altı milyonluk nüfusuyla Mısır'ın ikinci büyük kenti. Yaz aylarında nüfusu sekiz milyona çıkıyor çünkü birçok Kahireli yazı geçirmeye buraya geliyor.

İskenderiye Feneri dünyanın yedi harikasından biri. MÖ 300’lü yıllarda yapılmış ve MS 1300 civarında da bir depremle yıkılmış. Dünyadaki en uzun deniz fenerlerinden biri olarak kabul ediliyor. İskenderiye Kütüphanesi de fener ile aynı yıllarda kurulmuş. Yaklaşık 700 yıl boyunca kütüphanede 150 bin cilt el yazması eser birikmiş. Daha sonra da pagan eserlerin bulunduğu ve bunun da Hıristiyanlığın gelişmesine engel teşkil ettiği düşüncesi ile, Hıristiyanlar tarafından, içindeki eserleri ile beraber yakılmış.

Otelimiz korniş yolunun sonunda, son Mısır kralı Faruk'un sarayının bahçesinde. Saray bahçesine girerken tüm otomobiller durduruluyor ve kontrol ediliyor. Sanırım bu güvenlik önleminden dolayı burayı seçmişler.


Kral Faruk'un Sarayı

 Resepsiyonda, İskenderiye Başkonsolosumuz Sn. Semih Lütfü Turgut bizleri bekliyordu. Bavulları bırakıp yakındaki bir otelde düzenlenen İskenderiye'deki Türk yatırımcılarla yemekli toplantıya gittik. Yaklaşık 20 arkadaşımız gelmişti. Genel olarak işlerden memnun olmalarına rağmen, üzerlerinde yeni hükümetin henüz kurulamamış olmasının getirdiği bir tedirginlik var. Mısır’a yatırım yapmalarının başlıca sebepleri enerjinin, iş gücünün ve arsa maliyetlerinin düşüklüğü. Ayrıca QIZ’lerin olması da ABD ye ihracat yapan firmalar için büyük avantaj. Bildiğiniz gibi QIZ (Qualified Industrial Zone) Mısır ve Ürdün de bulunan bazı özel sanayi bölgelerine verilen isim. Bu bölgeler ABD’nin özel izniyle kuruluyor ve burada üretilen ürünler, içeriklerinin bir kısmının İsrail’de üretilmiş olması şartıyla, ABD’ye gümrüksüz ihraç edilebiliyor.

Mısır’da işçilik ucuz olmasına rağmen verim yarı yarıya düşük. Diğer bir deyişle, Türkiye’de bir işçiyle yaptığınız işi burada iki işçiyle yapıyorsunuz. Doğalgaz kaynakları bol olduğundan elektrik üretimi ağırlıklı olarak doğalgaza dayanıyor ve ülke, dünyanın en büyük gübre üreticilerinden biri. Burada üretim yapmanın en büyük zorluğu ara eleman eksikliği. Biraz bilgisi ve becerisi olan Mısırlılar’ın hemen hepsi körfez ülkelerine çalışmaya gitmiş.


İskenderiye'deki Türk Yatırımcılar

MUTLAKA İTTİFAK KURMALIYIZ

21 Eylül Çarşamba tüm gün toplantılarla geçti. Sabah ilk toplantı ASCAME arama konferansı idi. Mısır tarafından Sanayi Bakanı, Dışişleri Bakan Yardımcısı ve İskenderiye Valisi vardı. Bizim oda başkanları da tam kadro katıldılar. Hatta ilk defa Libya temsilcileri de geldi. Daha evvel Kaddafi'nin, Barselona Süreci'ni kabul etmemesi sebebiyle hiçbir toplantımıza katılmazlardı. Hatta bu yüzden eski başkanları ile ben biraz atışmıştım. Bu yeni gelen arkadaşları daha evvel hiç görmedim. Bu kadar hızlı nasıl organize olduklarına da biraz şaşırdım. Ama iş, toplantının sonunda dilek ve Temenniler kısmında Libya temsilcisine söz verince ortaya çıktı. Temsilci, ASCAME üye ülkelerinin bazılarının hala kendi ülkelerindeki Libya varlıklarını dondurmaya devam ettiklerini, bunların biran evvel çözülüp NTC (Geçici Hükümet)’ye devredilmesi tavsiye kararının çıkarılmasını talep etti.
Öğleden sonra ASCAME’nin yönetim kurulu toplantısını yaptık. Hassas maddeler görüşülmesine rağmen sakin geçti. Akşam Mısır Yatırım Ajansı ile bir toplantı, akabinde gala yemeği. Yemekten sonra da İskenderiye havalimanına intikal edip sabaha karşı İstanbul'a döndük.

Bu geziden edindiğim izlenim, Mısır çok önemli bir ülke. İster turizm amaçlı, ister ticari amaçlı mutlaka ziyaret edilmesi gerekir. Türkiye'nin bölgede en güçlü müttefiki olabilir ve böyle bir ittifak bizim politik ve ekonomik etkinliğimizi ciddi olarak artırır. Halktaki Türkiye sevgisi de bizim en büyük avantajımız. Bu toplantılarda emeği geçen herkese, bizi ağırlayan Mısırlı dostlarımıza ve Dışişleri yetkililerimize bu vesileyle en kalbi teşekkürlerimi sunarım.

27 Eylül 2011 Salı

Mısır İşadamları İçin Bugün Büyük Fırsat



Mısır Odalar Birliği Başkanı, İskenderiye Başkonsolosumuz ve Mersin TSO Başkanı


İşadamlarımız için Mısır'a gelmenin tam zamanı. Mısır’da şirketlerimiz ağırlıklı olarak konfeksiyon alanında yatırım yapmışlar. Türk şirketlerinin yaklaşık 50 bin Mısırlı istihdam ettiği ve son 7 ayda Mısır'dan Türkiye'ye konfeksiyon ihracatının yüzde 53 arttığı düşünülürse, buradaki iş hacmimiz daha iyi anlaşılır. Şimdi yapılması gereken tekstil harici sektörlere de ilgi göstermek. Öncelikli sektörler finans, lojistik ve enerji gibi gözüküyor. Ülke nüfusu ve mevcut taşıtların durumu göz önüne alındığında, otomotiv de gelecek vaat ediyor. Bina stoğu eski ve alt yapı yatırımları da eksik olmasına rağmen, rekabet yüzünden inşaat sektörü zor görünüyor.

 Finans sektörü çok stratejik. Bir ülkede kalıcı ekonomik faaliyet göstermek istiyorsanız ilk olarak mutlaka finans sektöründe varlığınızı göstermeniz, banka sahibi olması gerekir. Eğer bankanız yoksa varlığınız geçicidir; pamuk ipliğine bağlıdır. Mısır hükümeti kısa vadede yeni banka lisansı vermeyi düşünmüyor. Yapılacak tek şey, hazır bankalardan birini satın almak.

Lojistik sektöründeki fırsatları da sadece bir örnekle açıklayayım. 15 milyonluk Kahire, Nil nehrinin iki yakası boyunca uzanıyor. Şehirdeki trafik İstanbul'u mumla aratır durumda ve ulaşımda nehir neredeyse hiç kullanılmıyor.

Enerji ise işgücü ve toprak ile beraber, bu ülkede ucuz olan diğer bir parametre. Ülkenin çok zengin doğalgaz kaynakları var. Bizim yatırımcılarımızın söylediğine göre, doğalgaz Türkiye'ye göre yaklaşık dörtte bir daha ucuz. Bir başka işadamımız ise araçlarının benzinini masraf kalemi olarak bile saymadığını söyledi. Yalnız bu doğalgaz meselesi önümüzdeki günlerde yeni hükümetin başını çok ağrıtacak gibi görünüyor. Çünkü, sanırım 1977 antlaşması (Camp David) gereği, Mısır, İsrail'e iç piyasa fiyatının yarısına doğalgaz satıyor. Bu da halkın en fazla muhalefet ettiği konuların başında geliyor.


Mısır ve Türkiye’nin birbirlerine ihtiyacı var. Türkiye tüm bölge ülkelerin iyi ilişkiler kurmak istediği, politik olarak da, askeri olarak da, ekonomik olarak da, tartışmasız lider ülke. Bizim ise, Arap aleminin en önemli ve sanayileşmiş ülkelerinden biri ve 80 milyonluk nüfusu ile (Arap dünyasının üçte biri) ciddi bir ağırlık merkezi olan Mısır'ın desteğine ihtiyacımız var. Böyle bir ittifak hem Ortadoğu hem de Avrupa Birliği politikalarında elimizi çok güçlü hale getirir.


Mısır Sanayi ve Ticaret Bakanı Mahmud İsa


ORTADOĞU’NUN TÜRKİYE HAYRANLIĞI ÇOK BÜYÜK AVANTAJ

Tüm Ortadoğu ülkelerinde olduğu gibi burada da Türkiye hayranlığı insanın göğsünü kabartacak seviyede. Özellikle Başbakanımız’a olan hayranlık o seviyede ki, herhalde AK Parti buralarda seçime girse yüzde 100’e yakın oy alır. İki basit örnek vereyim;

İskenderiye'de, Türk yatırımcılarla akşam yaptığımız yemekli çalışma toplantısı bitmiş, sokakta minibüsümüze binmeye hazırlanıyorduk. Minibüs önümüzde durdu, yolu diğer araçların trafiğine kapattı. Ben, Başkonsolosumuz ile ertesi günkü programın son detaylarını kararlaştırmaya çalıştığımdan, binmekte biraz geciktim. Birden beyaz giysileriyle bir polis belirdi ve koşarak yanımıza geldi. Ben, "Tamam, yolu tıkadığımız için şimdi bize çıkışacak" diye düşünürken, tam önümüzde durdu, afili bir selam çaktı ve:

“I love Erdoğan” (Erdoğan'ı seviyorum) dedi.

Diğer hatıram da Euromed Akdeniz İş Zirvesi'nden. Mısır devriminden ve İskenderiye şehrinin öneminden de bahsettiğim açılış konuşmamdan sonra masama döndüm. Hemen çaprazımda oturan İskenderiye Valisi bana doğru eğildi ve aramızda şu konuşma geçti:

- Çok güzel konuştunuz, bizi ve şehrimizi övdünüz, teşekkür ederim.
- İskenderiye çok güzel bir kent, böyle bir şehre vali olduğunuz için büyük onur duymalısınız. Her yaptığınız hizmet, çocuklarınıza bırakacağınız en güzel mirastır.
- Çok haklısınız, ben de aynı Erdoğan gibi yapmaya çalışıyorum. O, başkan olduğu zaman İstanbul nasıldı, bıraktığı zaman nasıldı...

Ben, Vali’nin Sn. Erdoğan'ın belediye başkanlığı döneminde İstanbul'a yaptığı hizmetleri tam olarak bildiğini pek sanmıyorum. Ama onun gözünde ideal şehir yöneticisi Sn. Erdoğan... Tıpkı bizim polisin gözündeki ideal devlet başkanının da olduğu gibi.
 
KIVANÇ TATLITUĞ VE DİZİLER FAKTÖRÜ

Kültürel olarak da, aynen diğer Ortadoğu milletleri gibi bizden derinden etkileniyorlar. Tabii buradaki en önemli etmen dizilerimiz. Kıvanç Tatlıtuğ ve Tuba Büyüküstün en çok hayran olunan sanatçılar.

Büyükelçimiz geçtiğimiz günlerde Mısır iş kadınlarının düzenlediği bir toplantıya katılmış ve işkadınlarına Türkiye'den taleplerini sorunca, aralarında şöyle bir diyalog geçmiş:

- Bize Muhanned'i (Kıvanç Tatlıtuğ’un oradaki adı) getirebilir misiniz?
- Olur getiririm ama ne yapacaksınız ki? O şarkıcı değil şarkı söyleyemez, müzisyen değil bir enstrüman da çalamaz?
- Olsun, gene de gelsin. Podyuma çıkar bize bakar, biz de ona bakarız:)


Odamızın ASCAME Danışmanı Sn. Paykal


Ben de benzer bir deneyim yaşadım. Salı akşam en son toplantım Mısır Yatırım Ajansı ile. Ajans başkanı aynı zamanda bakan yardımcısı sıfatı da taşıyor, haliyle bu göreve yeni atanmış. Yardımcısı Wafaa Hanım ise daha evvel de bu görevde olan ve benim önceden de tanıdığım bir hanımefendi. Toplantı bittiğinde, hem günün yorgunluğunun biraz olsun dağılması hem de konunun değişmesi için Wafaa Hanım’a Muhanned'i tanıyıp tanımadığını soruyorum. Bu arada, Wafaa Hanım son derece ciddi, işinin aşığı ve muhafazakar bir insan. Sorum üzerine bana sanki uzaydan gelmişim gibi bakıyor:

- Mısır'da herkes Muhanned'i tanır, onun programı başlayınca hepimiz elimizde ne varsa bırakır onu seyrederiz.
 

Bu diyaloğun üzerine Kıvanç Tatlıtuğ'un en son dizisi ‘Kuzey ve Güney’in daha ilk bölümünden itibaren Türkiye'deki reytingini ve üzerine yapılan yorumları hatırladım. Bu yeni dizinin Arap coğrafyasında oluşturacağı dalgayı hesap etmek hiç de güç olmasa gerek. Bu dizilerdeki karakterler izleyici için rol model oluyor. İzleyiciler, onlar gibi görünmek, onların kullandıkları eşyaları kullanmak, onların yaşadıkları hayatlara benzer hayatlar sürmek istiyor. Özellikle Ortadoğu'daki Türkiye imajına, olumlu ve olumsuz yönleriyle, bu dizilerin katkısı büyük. Hollywood'un ABD'yi, Amerikan hayat tarzını pazarlamaktaki başarısını bu açıdan bizim de kesinlikle örnek almamız gerektiğini düşünüyorum.



Devam Edecek...

26 Eylül 2011 Pazartesi

Mısır'da 'Osmanlı Geri Dönüyor' Telaşı

20 Eylül 2011, sabah saatleri, THY ile Kahire'ye gidiyorum.

“1 saat 45 dakika uçacağız” dedi pilot.

Çalışacak yeterli zamanım var demektir bu... Ne de olsa Mısır'da iki günlük yoğun bir program bekliyor beni.

İner inmez büyükelçilikte Sn. Hüseyin Avni Botsalı ile buluşacağız. Hüseyin Avni Bey, dışişlerinin en başarılı bürokratlarından biri. Kendisini ilk Tahran'da, ECO da görevliyken tanımıştım. Daha sonra Washington, Gümülcine, Kabil ve Musul’da çok başarılı işlere imza attı. Şimdi de Kahire büyükelçimiz.
 


Kahire Büyükelçimiz Sn. Botsalı ile toplantı öncesinde

Daha sonra karayolu ile İskenderiye'ye geçeceğiz. Akşam konsoloslukta Türk işadamları ile bir toplantımız var. Yarın sabah, başkanı olduğum ASCAME (Akdeniz Odalar Birliği)’nin bir konferansı var. Açılış konuşması yapmam lazım. Öğleden sonra gene ASCAME’nin yönetim kurulu toplantısına başkanlık edeceğim. Gündeme bakılırsa tartışmalı geçecek gibi görünüyor. Akşama da Euromed'in bizimle (ASCAME) ortaklaşa yaptığı ‘Akdeniz için Yeni Perspektifler’ başlıklı konferansın resmi açılışı var. Yeni hükümetin birçok bakanı da katılıyor. Mısır'da devrimden sonra yapılan en büyük uluslararası organizasyon. Organizatör dostlarımız bu yüzden pek telaşlı. Onların telaşı bana da sirayet etti, açılış konuşmasında neler söyleyeceğimden çok emin değilim... Daha sonra da, gece yarısı kalkan uçakla geri döneceğiz.
 
GÜNLÜK GELİR BİR DOLARIN ALTINDA

Uçağımız Akdeniz'i geçip Mısır topraklarına girdi. Nil nehrini izleyerek başkent Kahire'ye yaklaşıyoruz. Nil, bu ülkenin can damarı. Her iki yakasında da ekilmiş tarlalar var. O yeşilliğin ortasına serpiştirilmiş kasabalara, köylere bakıyorum. Kahverengi hakim ton. Yollar genelde toprak. Refah içerisinde olmadıkları çok net görülüyor. Mısır'ın nüfusu 80 milyon. Bu nüfusun beş milyonunun günlük geliri bir doların altında. 35 milyon Mısırlı’nın günlük geliri ise iki doların altında. Devrim esnasında en çok korkulan, bu insanların kentleri basıp yağma yapmalarıymış. Ancak birkaç münferit olay dışında, korkulan olmamış.

Kahire'yi büyük bir merakla havadan seyrettim. 15 milyonluk dev bir metropol. Şehir, Nil nehrinin iki yakasına kurulmuş. Batı yakasında nispeten daha mütevazı mahalleler var. Tüm binaların çatıları düz. Özellikle batı yakasında yeşillik çok az, binaların neredeyse tamamı boyasız. Göz alabildiğine kahverengi bir manzara. Çok da düzenli olmayan bir yerleşim, genelde dar sokaklar... Doğu yakası çok daha modern. Havaalanı da doğu tarafta. Şehrin bu kısmındaki binalar daha yeni, yollar daha geniş ve nispeten daha yeşil.

THY’Yİ TEBRİK ETMEK GEREKİYOR

Kahire’ye indiğimizde bizi THY istasyon şefi Serkan Bey karşılıyor. Genç, sempatik ve gayretli bir insan. Bu açıdan da THY, tebriği hak ediyor. Gerek uçaklarda gerekse yer hizmetlerinde görevli personel, hem iyi yetişmiş hem de işlerini severek yapan kişiler. Bunu havayolu seyahatlerimde hep gözlemledim.

Serkan Bey, bizim pasaporttan ve gümrükten geçişimize yardım ederken, bir yandan da sorularıma cevap vermeye çalışıyor. Kahire havalimanı iki sene evvel hizmete girmiş. Modern ve ışıklı. TAV inşa etmiş ve gerçekten de başarılı bir iş çıkartmış. Daha evvel Hamdi Akın Bey'den hikayesini dinlediğim için bu inşaatın bizimkileri ne kadar üzdüğünü biliyorum. Ama sonuçta ortaya ulusça göğsümüzü kabartan bir eser çıkmış. Devrim günlerinde Serkan Bey ve THY personeli havalimanında gecelemişler. Tüm işlemleri kendileri gerçekleştirerek yaklaşık altı bin vatandaşımızın tahliyesini gerçekleştirmişler. "Devrimden sonra ne değişti?" soruma çok hoş ve düşündürücü bir cevap verdi:

- Çok da fazla bir şey değişmedi. Eskiden de asker vardı, şimdi de asker var. Yalnız, artık insanlar hak aramayı öğrendiler. Şimdi en ufak bir olumsuzlukta ya gösteri yapıyorlar ya da greve gidiyorlar. En son bu yolla Mısır Hava Yolları'nın müdürünü istifa ettirdiler.

KÖKSÜZLEŞMENİN BİR SEBEBİ DE YENİDEN YAPILANMA

Daha sonra otomobil ile Kahire'nin içerisinden geçerken, mimarisi muhteşem tarihi binalar da gördüm. Fakat vaktimiz olmadığından hiçbirini ziyaret etme imkanı bulamadım. Kahire'yi en son 2000’li yılların başında ziyaret etmiştim. O zamandan bu zamana pek bir şey değişmemiş. Hele bizim gibi, sabah kalktığı zaman neredeyse sokağını bile değişmiş bulan İstanbullular için Kahire hep aynı.
 


Tahrir Meydanı

Elbette şehirlerin de, aynı insanlar gibi, büyümesi, gelişmesi lazım. Yılların şehre modern binalar, geniş yollar, hayatı kolaylaştıran altyapı hizmetleri getirmesi lazım. Ama öte yandan da şehir, ruhunu, geleneğini kaybetmemeli. Sıfırdan yapılan geniş yollar, gökdelenler ve insanın başını döndüren alışveriş merkezleriyle bezeli kentler inşa etmek, çöllerde veya yeni yerleşim birimlerinde mümkündür. Körfez ülkelerinin veya ABD’nin yaptığı da bu zaten. Ama İstanbul, Kahire, Paris, Roma gibi tarihi olan kentlerde, eskiyi yıkıp yeniyi inşa ederken çok dikkatli olmak lazım diye düşünüyorum.

Babamla İstanbul'u gezerken, kendisi bana şimdi yerinde olmayan pek çok binadan ve hatıralarından bahseder. Benim çocukluğumun geçtiği sokaklar da artık neredeyse tamamen değişti. Bunun ben dahil pek çok insanda yabancılaşma, köksüzleşme hissi yarattığını düşünüyorum.
 
Şoförümüz pek fazla İngilizce bilmiyor. Yolda bize yarı İngilizce yarı Arapça, Kahire'nin tarihi binalarını tanıtıyor. Kahire’de trafik de değişmemiş. Ben İstanbul'da otomobil kullanabilenlerin dünyanın her yerinde otomobil kullanabileceğine inanırım ama Kahire hariç! Trafik çok yoğun ve tam bir keşmekeş. Araç veya yaya hiç fark etmiyor, bir anda önünüze kırıveriyorlar! Durmak size ait...

Büyükelçilik Rezidansı,  Nil'in batı kıyısında, Four Seasons otelinin hemen yanında, bahçe içinde tarihi bir eser. Bina, daha önce prenses Kazime'nin sarayıymış. Meraklı olanların bileceği gibi, 1950’lere kadar Mısır hanedanının kullandığı dil Türkçe ve Fransızca. Prenses Kazime, hanedanın en gözde prensesi. Babası Mısır Sultanı Hüseyin Kamil. Sarayı, Prenses 1922 yılında inşa ettirmiş. Türkiye Cumhuriyeti olarak da 1942’de binayı bizler satın almışız. Rezidans’da prensesin çok güzel bir portresi var. Sayın Yaşar Yakış Kahire büyükelçisiyken resmin orijinalini bir antikacıda bulmuş ve büyüterek yaptırmış.

Mısır 1805’den (Kavalalı Mehmet Ali Paşa) 1953’e (Kral Fuad II) kadar Kavalalılar Hanedanı tarafından idare edilmiş. Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın dedeleri aslen Konyalı. Daha sonra Edirne'ye göçmüşler. Oradan da ailenin atası İbrahim Ağa Makedonya'nın Kavala şehrine bekçibaşı tayin edilmiş. Daha sonra torunlardan Kavalalı Mehmet Ali Paşa, vezir rütbesiyle Mısır'a vali olmuş (1805). Hanedan 1953 yılında Cemal Abdulnasır'ın darbesiyle yönetimden uzaklaştırılmış ve cumhuriyet ilan olmuş.

EYVAH! OSMANLI GERİ GELİYOR


Sn. Botsalı ve müşavirleri ile çok verimli bir toplantı yaptık. Daha sonra da kendisi, tüm maiyeti ile beraber, bizleri büyük bir nezaketle yemeğe davet etti. Sohbette konuşulanlar kafamdaki Mısır resminin netleşmesini sağladı. Gerek Sn. Başbakan'ın gerekse işadamları heyetinin daha öce burada gerçekleştirdiği temaslar son derece başarılı geçmiş. Batılı ülkeler, "Msır'da neler oluyor, nasıl pozisyon alalım?" diye düşünürken, bizim harekete geçip böyle güçlü bir şekilde gelmemiz, bazı mahfillerde "Eyvah! Osmanlı geri geliyor" endişesi bile doğurmuş.


Kahire’de belediyecilik anlamında yapılacak çok şey var. Şehrin bildiğimiz manada bir belediye başkanı yok. Atanmış vali aynı zamanda belediye başkanı. Büyükelçimizin dediğine göre, vali başkanlığında bir heyet, İstanbul örneğini incelemek ve benzer yatırımları yapmak için ekim ayı başında İstanbul'a gelecekmiş. Bu ziyaret esnasında altyapı konusunda uzman firmalarımızı heyetle tanıştırmak istediğimizi belirttim, Sn. Botsalı gerekli temasları yapacağını söyledi.





Mısırlı Gazetecilerle Basın Toplantısı


Yemekten sonra Sn. Büyükelçi, Mısırlı gazetecilerle bir basın toplantısı yapacağını ve katılmayı arzu edip etmediğimi sordu. Büyük bir memnuniyet ile kabul ettim. Gazetecilere önce ASCAME’yi anlattım. Akabinde de, bazı Avrupalı oda başkanlarının muhalefetine rağmen yarın ve öbür gün yapılacak toplantıları nasıl Mısır'a getirmek için çalıştığımızdan bahsettim. Soru cevap kısmında Mısırlı basın mensuplarının en çok ilgisini çeken konu Libya'nın inşasında Türk şirketlerinin Mısır ile işbirliği yapıp yapmayacağı oldu.






Devam Edecek...

7 Eylül 2011 Çarşamba

Nasıl "Bal Ağası" oldum?

Çamoluk’ta bir sonraki durağımız şehidimizin adına inşa ettireceğimiz meslek yüksekokulunun arazisi. Bize valilik 63 dönüm bir arazi tesis etmiş. Buraya 16 derslikli bir yüksekokul, atölye ve öğretim üyeleri için 10 daireli bir lojman yaptıracağız. Arsayı çok beğendim, hemen ilçenin girişinde ve karayolunun kenarında. Bu tip yatırımların Çamoluk gibi ilçeler için çok önemli olduğunu düşünüyorum. Daha evvel de Anadolu'nun birçok yerinde, o beldeye gelen öğrencilerin nasıl bölge ekonomisini canlandırdıklarını, sosyal hayatı ve yaşam standartlarını nasıl iyileştirdiklerini yakından gördüm. Bugün birçok şehrimizin en önemli geçim kaynağı oradaki öğrenciler. Çamoluk gibi ilçelerdeki nüfus azalmasının önüne geçebilmek, köyden kente göçü durdurabilmek için, küçük yerleşim birimlerinde mutlaka cazibe merkezleri oluşturmamız lazım. Bunun en verimli yolu da doğru alanda eğitim kurumu açmak.
 
Arsa ziyaretinden sonra konvoyumuz ilçeye girdi. Festival, ilçe parkında yapılacak. Araçlardan inip festival alanına yürürken hoş bir sürprizle karşılaştım. Çamoluk Belediyesi tüm ilçeyi bize teşekkür eden pankartlarla donatmış. Parkın girişine de başta Çamoluk Belediye Başkanı Sn. Özcan Çinici olmak üzere, ahali sıralanmış, bizi bekliyor. Sırayla hepsinin elini sıkarken astıkları başka bir pankart dikkatimi çekiyor. İTO heyetini ’12 Dev Adam’ olarak niteleyen ve bize ‘Hoş geldiniz’ diyen kocaman bir pankart. ‘12 Dev Adam’ ibaresi görür görmez afişin fikir babası hakkında bana gerekli bilgiyi verdi. Meclisimizde 11 tane Çamoluklu üyemiz var. Onlar bu projenin baş takipçi ve savunucusu. Çamoluk MYO kararı İTO yönetiminden çıktığı zaman teşekküre bir heyet gelmişti. Heyetin içinde yerel bir gazeteci vardı. Basketbol milli takımımıza atıfta bulunarak;
 
“Başkanım bizim arkadaşlarımız bu projeyi gerçekleştirdiler, onlar 11 dev adam, 12’ncisi de sizsiniz" demişti…
 



Festival alanında birçok stant açılmış, ağırlığı bal olmak üzere yöresel ürünler satılıyor. Etraf kalabalık. Evvelki gün ilçede elim bir trafik kazası olmuş ve ilçenin ileri gelenlerden biri hayatını kaybetmiş. Hem bu olay hem de bayram tatili katılımı bir miktar olumsuz yönde etkilemiş. Tören alanında bizlere ayrılmış koltuklara oturuyoruz. Sunucunun heyecanlı ve gür bir sesle bizi sunmasından sonra festival programı başlıyor.
 
Kaymakam ve Belediye Başkanı güzel birer konuşma yapıyor. Kaymakam Sn. Murat Zadeleroğlu genç bir Oflu. Çamoluk'taki son görev günleri, tayini Ağrı'ya çıkmış. Buraya geldiğimizden beri hem Zadeleroğlu hem de belediye başkanı bizi hiç yalnız bırakmadı. Bölgede sevilen ve başarılı biri olduğunu yaptığı duygusal konuşmadan sonra aldığı büyük alkıştan anlıyorum. Arıcılar derneği başkanı da konuşuyor. O da çok genç bir arkadaş. Üreticileri, arılara bal yapma mevsiminde şeker ve glikoz yedirmemeleri konusunda uyarıyor ve başlattıkları markalama sistemini anlatıyor. Dernek üyesi arıcılar ürünlerinin üzerine, arılarının doğal beslendiğine dair bir marka koyuyorlar. Bu yenilik çok hoşuma gitti ve başkanı da konuşmamda tebrik ettim. Tevfik Bey de güzel bir konuşma yaptı; herhalde Esenler meydanında konuşsa ancak bu kadar alkış alırdı :))
 
Protokol konuşmaları bittikten sonra birden kalabalık dalgalandı, davullar zurnalar başladı. Etrafında maiyeti ile beraber ‘bal ağası’ meydana girdi. İşlemeli ceketi, rengarenk başlığıyla, alkışlar arasında tüm meydanı turlayarak heyecanlı kalabalığı selamladı ve kendisi için ayrılan yere oturdu. Bal ağasının gelişi öylesine ihtişamlı oldu ki Tevfik Başkan dayanamayıp kulağıma eğildi ve şöyle söyledi:
 
- Koca İTO’ya başkan olacağına, burada bal ağası ol daha iyi...
 
Bu sözün böyle eşref saatte söylendiğini bilseydim, başka bir şey daha söylemesini isterdim:)
 
Her sene bal ağalığı açık artırmaya çıkarılıyor ve en fazla pey süren o sene için ‘bal ağası’ unvanının sahibi oluyor. Bu toplanan para ile de dernek, Çamoluk'ta arıcılığın gelişmesi için faaliyette bulunuyor. Meydana giren bal ağası geçen seneki festivalde bu unvanı almış olan Karadikmen (eski adı Manuzara) köyünden Murat Şapaloğlu. Murat Bey işadamı ve işyeri İstanbul'da. Bir üyemizin bal ağası olması beni çok mutlu ediyor.
 


Bal ağasının yerini almasıyla törenin ikinci kısmına geçildi. Önce ilçeden sınavlarda başarılı olmuş öğrencilerin ve kazandıkları okulların isimleri okundu. Çocuklar sırayla podyuma çıktılar ve hediyelerini aldılar. Daha sonra da ‘En iyi bal’ yarışmasının sonuçları açıklandı. Geçen senenin birincisi bu sene de birinciliği kazanmış. Daha sonra kendisi ile tanıştım. Neşeli, yetiştiriciliği hobi için yaptığını söyleyen Bahtiyar Kor... Kartını verdi ve büyük bir nezaketle ekledi:
 
- Başkanım ne zaman bal emrederseniz bir telefonunuz yeter, ben size hemen gönderirim.
 
İlk üçe giren ballar, derneğe gelir getirmesi için açık artırma ile satıldı. Çamoluklular yine büyük misafirperverlik gösterdi, birinciliği ve ikinciliği alan balları bize hediye ettiler.
 
Derken en heyecanlı kısma geçildi; bal ağası seçimi. Sunucu pey sürenlerin podyuma çıkmalarını istedi ve heyecanlı bir süreç başladı. İtiraf etmem gerekir ki sunuculuğu yapan kişi işini gayet iyi biliyordu; adayları gayrete getirip açık artırmayı öyle bir kızıştırdı ki; bizim Murat Ağa bu sene de aday olup podyuma çıktı. Açıkçası sahneye baktığımda, süslü elbisesi ve başlığıyla, günlük kıyafetli diğer adayların yanında pek bir parlak duruyordu. Ağanın peyde geçilmesinin şık olmayacağını düşündüm.
 
Beklenen oldu, Murat Ağa yarışı bırakmadı ve kıran kırana geçen bir çekişmenin ardından unvanını korudu. Daha sonra, bana söylendiğine göre, Çamoluk festivalinde bir ilk yaşandı; Ağa mikrofonu eline aldı ve protokoldeki misafirleri, beni, Esenler Belediye Başkanı’nı, Üsküdar Belediye Başkan Yardımcısı’nı, Çamoluk Merkez Dernek Başkanı’nı ve Giresun Dernekler Federasyonu Başkanı’nı sahneye davet etti. Bizleri öven güzel bir konuşma yaptı ve eğer kabul edersem bu senenin ağalığını, Çamoluk'a yaptığım hizmetlerden dolayı bana hediye etmek istediğini söyledi. Büyük bir alkış tufanı koptu. Çok duygulandığımı belirtmem gerekir. Ben de bu kadirşinaslıklarından dolayı ağaya ve izleyicilere teşekkür ettim.
 
Ağa ile kol kola, üstümde ağalık ceketi, başımda renkli başlık ile meydanı alkışlar arasında turladık. Sıra festivallerin vazgeçilmezi olan sanatçılara geldiğinde, bizim de festival alanından ayrılma vaktimiz gelmişti. Murat Ağa dönüşte bizi mutlaka köyünde çaya beklediğini söyledi, ben de
 
“Ağa'nın sözü hiç yere düşürülür mü?” diyerek kabul ettim.




Haklı olarak İstanbul'dan gelen diğer arkadaşlar da kendi köylerinde bizi misafir etmek istiyorlar. Fakat buna zaman yok. Orta yolu bulan bir program yapıyoruz ve okulun açılışına geldiğimizde bu sefer uğranmayan diğer köylerde kalmaya karar veriyoruz.
 
Şimdilik ilk durak, gene meclis üyelerimizden Hüseyin Bey’in ailesinin tamir ettirdiği ve yaylanın zirvesinde yer alan bir türbe. Dar, toprak patikalardan, konvoydaki ciplerin bile tırmanırken zorlandığı yokuşlardan, iki seferde alınabilen dönemeçlerden geçerek yaylalara çıkıyoruz. Zaman zaman takip ettiğimiz patika ikiye ayrılıyor. O zaman tüm konvoy duruyor ve en arkadaki aracı bekliyoruz. Çünkü bir aracın konvoydan ayrılması demek, bu yolun, izin, işaretin olmadığı yaylada kilometrelerce dolanması demek.
 
En sonunda kazasız belasız Ali Dede türbesine vardık. Türbe ağaçlıklı bir tepenin en tepesinde. Güzel bir çeşmesi var ve piknik alanı olarak da kullanılıyor. Ali Dede'ye bir Fatiha okuyor, çeşmeden su içiyor ve fotoğraf çektiriyoruz. Meclis üyelerimizden Atakan, kulağından telefonu ayıramıyor. Öğle yemeğinde Atakan'ın amcası bizi Çakılkaya (Zodama) köyünde misafir edecek. Vakit çoktan ikindiyi geçmiş, bizler ise hala yaylanın tepesindeyiz. Mümtaz Amca da telefon edip, son derece haklı olarak, acele etmemizi ve herkesin bizi beklediğini söylüyor.
 



Yaylanın diğer tarafından Çakılkaya'ya doğru yola çıkıyoruz. Yaylanın tepesinden bütün yerleşim birimleri birbirine benziyor. Atakan bile Çakılkaya'nın hangisi olduğunu karıştırdığında fırsatı kaçırmayıp kendisine takılıyorum:
 
- Atakan, sen bize bu yemeği yedirmemek için bizi başka köye götürüyorsun...
- Yok, inan öyle değil başkanım; üç senedir ben de gelmemiştim. Sayenizde ben de gelmiş oldum.
 
Mümtaz Bey bizi büyük bir misafirperverlikle ağırlıyor. Çaylar içilirken bal ağası Murat Bey bizi kendi köyüne, Karadikmen'e götürmek için yanımıza geliyor.

Karadikmen, bölgenin en otantik, geleneklerine en bağlı köyü. Mimarisi de fazla değişmemiş ve hatta önümüzdeki yıl burada bir sinema filmi çekilecekmiş. Ben bunu köyün tek girişi olan uzun bir vadinin en sonunda olmasına bağladım. Yol üzerinde olmayan yerleşim birimleri her zaman biraz izole kalıyor ve gelişmeleri de nispeten daha yavaş oluyor. İstanbul'un tarih boyunca gelişmiş bir şehir olmasının en önde gelen sebeplerinden biri de ticaret yollarının üzerinde olması değil mi…
 
Yarım saatlik keyifli bir yolculuktan sonra Karadikmen'e varıyoruz. Köyün dar sokaklarında ilerlemeye çalışan konvoyumuz bir ara durmak zorunda kalıyor çünkü meradan dönen inek ve eşek sürüsünün tam ortasındayız... Murat Bey’in annesi tam bir Anadolu konukseverliliği ile karşılıyor bizi. Ağalığa yakışır lezzette bal, karpuz, peynir ve daha sayamayacağım birçok çeşitten oluşan bir sofra kurmuş ama yine de içi rahat değil… Bizi uğurlamaya bahçeye indiğinde kendisine teşekkür ettim. O ise hala üzgündü:
 
- Ah bilemezsin, çok üzüldüm evladım.
- Neden üzüldün anacığım?
- Habersiz, çok ani geldiniz evladım, sizler için öncesinde hiçbir hazırlık yapamadım...
- Anacağım her şey mükemmeldi, ellerine sağlık, çok teşekkür ederiz…
 




Akşam yemeği yine Yenice köyünde Müslim Duras’ın evinde. Duras Ailesi misafirperver olduğu kadar yardımsever de… Köyde cami, sağlık ocağı, kültür merkezi yaptırmış ve yapımlarında da bizzat kendileri çalışmışlar. Birol Bey geldiğimizden beri bize Çamoluk fasulyesinin nasıl şirin, nasıl lezzetli olduğunu anlatıp duruyordu. Onun şerefine o gece Çamoluk fasulyesi hazırlanmış. Tadınca, Birol'un haklı olduğuna hükmettim.
 
Ertesi sabah uçağımız Erzincan'dan kalkacağından dolayı erken yola çıktık. Tabii ki ev sahiplerimiz bizi yine dillere destan bir kahvaltı ile uğurladılar. Kahvaltı mekanı Usluca (Muta) köyü. Ev sahibimiz aynı zamanda Esenlerli bir işadamı olan Hüseyin Aydın.

Köyün bir mahallesi toprak kayması neticesinde zarar gördüğünden buraya afet evleri inşa edilmiş. Bu yüzden Usluca diğer yerleşim birimlerine nazaran daha düzenli ve yolu daha geniş.
 
 İki günlük bu seyahatten çok güzel anılar ve yüzümüzde büyük bir tebessüm kaldı. Sizlere tavsiyem, eğer Çamoluklu dostlarınız varsa mutlaka sizi köylerine, evlerine davet etmelerini sağlayın. Çamoluk belki küçük bir yer ama halkının yüreği çok büyük. Giderken de en az iki gün hiçbir şey yemeyin :)
 Neden mi? Çünkü sizi öyle güzel ve içten ağırlayacaklar, size o kadar çok şey ikram edecekler ve her ikram ettikleri o kadar lezzetli olacak ki, önceden hazırlık yapmakta fayda var…

Çamoluk'un Lezzeti

Batan güneş ile beraber konvoyumuz Çamoluk’a bağlı şirin bir belde olan Yenice'ye vardı. Beldenin hemen girişinde, belediye binasının önünde köy sakinleri bizi bekliyordu. Sırayla herkesle tokalaştıktan sonra, Yenice Belediye Başkanı Halil İbrahim Gerçek’in makamına çıktık. Başkan, güzel bir “Hoş geldiniz” konuşması yaptı. Biz de misafirperverliklerinden dolayı başkanın nezdinde tüm Yenicelilere teşekkür ettik.
 
Sohbet, İTO’nun bölgede yaptıracağı okuldan başladı, Esenler'e uzadı, oradan da köyün ihtiyaçlarına geldi dayandı... Konuşma bittiğinde Tevfik Başkan, Yenice'ye, bir çöp arabası, bir kamyon ağaç fidanı ve köy yolunun karayoluna bağlanan kısmının asfaltlanabilmesi için bakanlık nezdinde lobi faaliyeti yapma sözü vermişti bile :)
 
Yenice, yazının başında da söylediğim gibi şirin bir köy. Evler bakımlı ve çevreye uyumlu inşa edilmiş. Genelde bir-iki katlı. Köyün ileri gelenlerinden, aynı zamanda da Esenler'de başarılı işadamları olan Duras Ailesi’nin ve onlar gibi birkaç kişinin daha evleri ise üç katlı. O evlerin mimarisi de hakikaten güzel, köyün genel silüetini bozmuyor.




Yenice'deki en büyük sıkıntı, diğer tüm köylerde olduğu gibi nüfus azlığı. Sakinlerin büyük kısmı İstanbul'a göç etmiş, Yenice'ye ancak yazın gelebiliyorlar. Köyün kış nüfusu 500, yaz nüfusu ise 5 bin civarında. Göç eden birinci kuşak, düzenli olarak doğduğu toprakları ziyaret ediyor. İkinci kuşak, yani benim arkadaşlarımda bu ziyaretler üç-dört senede bire düşüyor. Onların çocuklarındaysa bu frekans ne olur bilemiyorum. Örneğin bizimle birlikte gelen İTO Meclis üyelerinden Eyüp Bey, İstanbul'da doğduğu için babasının köyünü hiç görmemiş. Ertesi gün müsaade isteyip yanımızdan ayrıldı ve ve bu fırsatı değerlendirip 20 km uzaklıktaki babasının köyü Zaapa'yı ve oradaki akrabalarını ilk kez ziyaret etti.
 
Akşam yemeği için Müslim Duras Bey evinin bahçesine bizler için mükellef bir sofra kurdurmuş. Uzun bir masanın etrafına oturup yöresel yemeklerden yedik. İkram edilenlerin hepsi özenle, sevgiyle hazırlanmıştı ve çok da lezzetlilerdi. Bu lezzetlerden bazılarını tanıdım; örneğin keşkek ve üzerinde kavurma gibi. Bazılarıysa bildiğim yemeklerin yöreye has tarifleriydi. Örneğin, mantı ufak bir tasta geldi. Üzerine yağ dökülmüş sarımsaklı yoğurt içinde çok ufak kesilmiş hamur parçaları ile hazırlanmış. Sini ise ilk kez yediğim ve çok beğendiğim, bu yöreye has bir yemek. Hamur, el ile açılıyor ve ince saç üzerinde pişiriliyor. Daha sonra hamur rulo haline getiriliyor ve kesiliyor, bozulmadan tek tek tepsiye diziliyor. Üzerine yağ ve sarımsaklı yoğurt gezdirildikten sonra servis ediliyor. Tatlı olarak yine başka bir hamurişi olan istim vardı. Dışı katmer, içiyse ince ince dilimlenmiş şekerli hamur…
 
Yenice'de otel olmadığından, heyetimiz evlere taksim oldu. Benim payıma da Duras Ailesi’nin evi düştü. Deliksiz bir şekilde uyuduğumu söylememe gerek yok sanırım. Temiz hava ve yüksek rakımın (köy yaklaşık 1300 m. yükseklikte) vücut üzerinde böyle olumlu bir etkisi var.
 

Sabah 08.30 gibi günümüz başladı. Kahvaltı için köyün hemen yukarısındaki Pınarbaşı mevkiine çıktık. Burası, köyün içinden geçen derenin doğduğu kaynak. Ufak bir kulübe ve kameriyelerin inşasıyla sevimli bir mesire yeri elde edilmiş. Tahmin edebileceğiniz gibi, kahvaltımız ev sahiplerimizin eşinin ve kızlarının emeğiyle hazırlanmış.





 
Masa, benim gibi hamurişini seven birini nefessiz bırakacak kadar bol çeşit barındırıyordu. Sıcak kete ve katmer, fırından yeni çıkmış köy ekmeği, kabarcık (kızarmış yuvarlak hamur), pişi (kabarcığın daha kabarık ve yağlı olanı) ve kömbe (bir tür cevizli börek). Bunların yanındaki çeşit çeşit reçelleri, pekmezleri, peynirleri saymıyorum bile.
 

Birol, kabarcığı görünce neşeyle mırıldanıyor:
 
- Yersen kabarcık, yemezsen kapılar açık…
 
Eskiden, yokluk yıllarında anneler çocuklarına ucuz olduğundan hep kabarcık yapar, çocuklar da hep aynı şeyi yemekten şikayet ederlermiş. Anneler de evlatlarına, ‘İstersen ye istemezsen yeme’ manasında bu sözle karşılık verirmiş.
 
Burada, festivale adını da vermiş olan Çamoluk balından söz etmemek olmaz.
 
Çamoluk çiçek balı. Açık renkli ve çok hafif. Halk deyişiyle, yerken sizi kesmiyor. Balın hasat mevsimi eylül ortası… Dolayısıyla bize ikram edilenler de ilk hasatlardan. Kovanlara tahta çerçeve ve ortasına balmumundan bir plaka (temel petek) konuyor ve arılar bu balmumundan temel peteği dolduruyor. Ortasına plaka dahi konmayan, tüm peteği arının yaptığı bal ise karakovan balı. Kovan örme sepetlerden veya oyulmuş ağaç kütüğünden yapılıyor ve içi hiç güneş ışığı görmediğinden ‘karakovan’ olarak adlandırılıyor.
 
Çamoluk çiçek balına, kokusunu ve tadını veren, çevredeki bitki örtüsü. Temel peteğin doğal olması lazım. Tabii ki her işin olduğu gibi arıcılığın da kolayına kaçan üreticiler var. Bazı yetiştiriciler bal mevsiminde arıya şeker veya glikoz veriyor. Böylece hayvan çiçek çiçek gezmeden doğrudan gıdasını şekerden veya glikozlu şuruptan alıyor. Bu şekilde belki üretim artıyor ama kaliteli baldan söz etmenin imkanı da kalmıyor. Bir de özellikle büyük şehirlerde üretilen yapay bal var. O da, glikozun içine gıda boyası ve bal aroması eklenerek yapılıyor.
 
Erzincan’dan gelirken yol boyunca gördüğüm, ağaçlandırma çalışması, bitki örtüsü ve bu anlatılanlar aklıma Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun sözlerini getirdi. Sn. Eroğlu her yıl bakanlık olarak 500 milyon fidan diktiklerini anlatmıştı. Sn. Bakan’ın diğer bir anlattığı da arıcılar hakkındaydı. Meralarda, yerleşim yerlerinin yakınlarında, tarlalarda istenmeyen arıcılar Veysel Bey’e gidip dertlerine çözüm istemişler. O da arıcılara özel ormanlar kurmuş ve bu işe de bir teşvik sistemi getirmiş. Mesela kestane balı üretmek isteyen bir girişimci kendine tahsisli ve kestane ağaçları ile dolu bir alana sahip olabiliyor.
 
Kahvaltıdan sonra Çamoluk şehitliğine gidip şehitlerin ruhlarına birer Fatiha okuyoruz. Çamoluk gibi ufak bir ilçeye bile bir ‘şehitlik’ yapılmış olması yüreğime acı veriyor. Ateş düştüğü yeri yakar, derler ama bu yangının yakmadığı memleket köşesi kalmadı artık. Ülkemizin bir an evvel bu beladan kurtulmasını diliyorum.


Devam Edecek...

5 Eylül 2011 Pazartesi

Erzincan'dan Çamoluk Bal Festivali'ne


İstanbul Ticaret Odası Yönetim Kurulu başkanlığına ilk olarak Mart 2005’te seçildim. Geriye dönüp altı yıllık icraata baktığım zaman görüyorum ki,  mutluluk duyduğum birçok projeye imza atmışız. Ama bütün bu projeler içinde en fazla kıvanç duyduğum, şüphesiz eğitim alanında yaptıklarımız…

Eğitime verdiğimiz desteğin bir kısmını, Anadolu’da şehitler adına yaptırdığımız okullar oluşturuyor.

Bu fikri bize Cumhurbaşkanı Sn. Abdullah Gül verdi. Kendisine yaptığımız bir ziyarette:
 
“ Neden Anadolu'nun ilçelerinde şehitlerimiz adına okul yapmıyorsunuz… Hem eğitime katkıda bulunursunuz hem de o ilçeden şehit düşmüş vatan evladının ismini yaşatırsınız”
demişti.

Hemen harekete geçtik…

1882 yılında kurulan İTO’ya  göreve geldiğimizde o tarihten itibaren yapılan eğitim kurumu sayısı 11’di. Şimdi ise bu sayı 40’a yükselmiş durumda…
 
Bu sene sadece Anadolu’da şehitlerimiz adına 10 tane meslek lisesi ve meslek yüksekokulu yaptırıyoruz. Bunlardan biri de Giresun'un Çamoluk ilçesinde.

Çamoluk kökenli İTO Meclis Üyesi arkadaşlarım bu projeye çok önem veriyor. Onların ısrarlı davetleri neticesinde, bir gurup Meclis üyesi ile beraber, 20. Çamoluk Bal Festivali'ne katılmaya ve bu vesile ile meslek yüksekokulunu yaptıracağımız arsayı görmeye karar verdik.

Ev sahiplerimiz, Çamoluk kökenli dostlarımız.

Çamoluk, idari olarak Giresun’a bağlı olsa da, coğrafi olarak Erzincan'a çok daha yakın.

(İnsanların da da hiç Karadenizlilerin tipik fevri özellikleri yok; tüm İç Anadolulular gibi sakin ve yumuşak huylular.)

 Bu sebepten 3 Eylül sabahı küçük bir ekiple İstanbul’dan Erzincan’a gittik.  




İstanbul'daki Çamolukluların büyük bir kısmı Esenler'de oturuyor. Aralarında yerel yönetimde görev alanlar da var. Onların daveti üzerine, yakın dostum olan Esenler Belediye Başkanı Sn. M. Tevfik Göksu ve beraberindeki ‘Esenlerli Çamoluklular’ da heyete katıldı.  Havaalanında bizi Erzincanlı ve Çamoluklulardan oluşan kalabalık ve misafirperver bir grup karşıladı. Erzincan TSO mensuplarının da aramıza katılmasıyla bu seyahat için sayımız 50 kişiyi buldu.

Erzincan'a en son 2007 yılında, bir arkadaşımın tesisinin açılış töreni için gelmiştim. Uçak havalimanına inince gözlerime inanamadım. Karşımda gerek mimari çizgileriyle gerekse işletmesindeki başarısıyla, Türkiye’nin en modern havalimanı terminallerinden biri duruyordu.




Bizi karşılayan görevli gülerek anlattı:

“Bakanımız Binali Yıldırım sağ olsun, en son burayı yaptı ama en güzelini yaptı.”
 
Daha sonra şehri gezerken doğduğu toprağı seven ve ona katkıda bulunmak isteyen bir politikacının ne kadar büyük bir fark oluşturabileceğini gördüm. Şehir son yıllarda büyük mesafe kat etmiş. Altyapı yatırımları, yeni binalar şehri hayli güzelleştirmiş. Özellikle komünikasyon ve bilişim alanında şehirde çok güzel tesisler kurulmuş. Erzincanlı ev sahiplerimizin dediğine göre, ilde son üç-dört yılda 10’un üzerinde 4 yıldızlı otel yapılmış ve beş yıldızlı bir otelin inşasına da başlanmış. Buna rağmen otellerde yer bulmak hala bir sorun oluyormuş. Türkiye'nin dengeli büyümesi açısından Erzincan çok güzel bir örnek.
 
Yeni açılan 4 yıldızlı bir otelde kahvaltımızı yaptıktan sonra Erzincanlıların gurur duyduğu yapılardan biri olan mimar Ahmet Vefik Alp'in projesini çizdiği Terzi Baba camiine gittik. Alışılmışın dışında, modern bir mimarisi var. Erzincan, deprem bölgesi olduğundan,  bir afet durumunda halkın burada barınabilmesi de planlanmış. Şehirde gördüğüm diğer bir modern mimari eser de Sn. Binali Yıldırım'ın adını taşıyan şehirlerarası otobüs terminali oldu. Terzi Baba türbesi de Erzincanlıların önem verdiği başka bir mekan.
 
Şehrin bir başka gurur kaynağı da Ekşisu. (Erzincanlılar çoğunlukla buraya ‘Eşkisu’ diyor) Adından da anlaşılacağı gibi burası bir maden suyu kaynağı. Türkiye deki nadir, hiçbir işlem görmeden şişelenip tüketiciye sunulan maden sularından biri. Kaynağın etrafı düzenlenmiş, hoş bir mesire alanı haline gelmiş. Güzel çeşmeler yapılmış. Kimileri yanlarına getirdikleri bidonları şifasına inandıkları bu suyla dolduruyor, kimileri de avuçlarını çeşmeye dayayıp kana kana kaynağından su içiyor, kimileri de elini yüzünü bu suyla yıkıyor…
 
Bir sonraki durağımız Uluköy yakınındaki mesire alanı. Davet sahibi Uluköy eski Belediye Başkanı Sn. Salih Kara. Salih Bey, Karasu kıyısında organik tarım yapıyor.

Ve farkını şöyle anlatıyor:

“Benim kavunlarım ve karpuzlarım tamamen doğal, böylesini hiçbir yerde bulamazsınız.”

Tadına bakacağız tabii ama şansımıza, bardaktan boşanırcasına bir yağmur başlıyor. Bırakın kavun karpuz yemeği, arabadan inmeye imkanımız yok. Salih Bey ise sanki hiçbir şey yokmuş gibi dışarıda gülümseyerek bize bakıyor. Yağmur suları kaşlarından, yanaklarından aşağı süzülüyor. Onu öyle görünce tereddüt etmeden arabalardan iniyoruz.

Bir kısmımız alandaki ufak binaya sığınırken ben birkaç arkadaşla beraber nehrin kıyısına doğru yürüdüm. Salih Bey, büyük misafirperverlik gösterdi. Bir yandan bize çevre hakkında bilgi verirken diğer yandan da meyvelerin arabalara yüklenmesine nezaret etti. 

Karasu'yu geçen köprü sulama barajı seklinde inşa edilmiş. O an bastıran yağmur iki köylüyü de, barajın hemen çıkışında serpme ağ ile balık avlarken yakalamış. Ava biraz daha devam eden köylüler de yağmurun şiddetine daha fazla dayanamayarak pes ediyor ve ağlarını toplayarak yanımıza geliyorlar…



 
Yağmur biraz dindikten sonra ev sahibimize veda edip Erzincan’a geri dönüyoruz.

“Erzincan’da ne yenir?” sorusuna Erzincanlı dostlarımız büyük bir ciddiyetle yanıt veriyor:
 “Tabii ki döner. Buranın etleri çok lezzetlidir, çünkü hayvanlarımız merada doğal otla beslenirler. Batı'da hayvanlar ahırda bağlı, hep küspe ile besleniyor; etleri de haliyle bizimkiler kadar lezzetli olamıyor.”
  
Şehir merkezindeki Evin Döner’de gerçekten söyledikleri kadar lezzetli bir döner yiyoruz. Erzincan’ın geçen dönem milletvekilliğini yapmış Sn. Tevhit Karakaya sayısı artık 50’yi de aşan grubumuzu ağırlıyor, sonrasında da çayları kendisine ait olan Karakaya Otel’de ısmarlıyor. Sn. Karakaya'nın oteli de Erzincan’daki gelişmeden nasibini almış. Yenilenmesi henüz bitmiş otel pırıl pırıl iç dekorasyonu ile göz dolduruyor. Erzincan'ın genç Belediye Başkanı Yüksel Çakır da otelde bize katılıyor. Çaylarımızı içerken Erzincan'ı ve yeni projelerini anlatıyor.

Saat öğleden sonra beşi gösterirken, Erzincanlı dostlarla vedalaşıp Çamoluk’a doğru yola koyuluyoruz.
 
Erzincan’dan karayolu ile Çamoluk sadece bir buçuk, Giresun ise üç buçuk  saat. Ziyaretten sonra fark ettiğim diğer bir olgu da, bölgenin hem bitki örtüsünün hem de sosyolojisinin Karadeniz'den ziyade İç Anadolu'ya daha yakın olduğu. Çamoluk'un eski ismi Mindaval. Neden Çamoluk olmuş anlamak güç; zira tipik İç Anadolu Coğrafyası ve bir tane bile çam ağacı yok J

Devam Edecek…

2 Eylül 2011 Cuma

Taşköprü, Pompeipolis, İzbeli çiftliği ve Çin sarımsağı






1 Eylül Perşembe sabahı Atatürk Havalimanı'ndan saat 10.00’da kalkan THY uçağı ile Sinop'a gidiyorum. 25. Uluslararası Taşköprü Kültür ve Sarımsak Festivali'nin açılışını yapacağız. Taşköprü Belediye Başkanı’nın beni İstanbul'da, Oda'da davet ederken söylediği gibi; "Köprünün üzerinde kurdele keseceğiz." Anneannemin annesi İzmir'e Kastamonu'dan (Ayvalı/ Taşköprü) gelin gitmiş. Dolayısıyla ‘Ana toprağı’na gidiyorum.


Uçak Sinop için alçalırken camdan baktım. Karadeniz'in mavi yeşil tonu ile Sinop'un yeşil sahili, ufak evleri, kıvrılıp giden dar yolları şiirsel bir güzellik oluşturmuş. Yukarıdan bu manzaraya bakarken düşünüyorum da, vatanımızın her yeri gerçekten ayrı güzel…


Sinop Havalimanı’na indik… Kastamonu Ticaret Borsası'ndan ve Taşköprü Ticaret ve Sanayi Odası'ndan dostlar üşenmemişler, ta Sinop'a bizleri karşılamaya gelmişler. Pırıl pırıl bir güneşin altında neşeyle yola çıktık.


İlk durağımız Hanönü. Belediye Başkanı ve Kaymakam büyük bir nezaketle bizleri ağırlıyorlar. Başkan, Hanönü'nün yakın gelecekte nasıl hızla kalkınacağından ve madencilik alanında bölgedeki potansiyelin büyüklüğünden bahsediyor. Madencilik alanında yatırım yapabilecek İstanbullu firmaları yöreye yönlendirme sözünü benden aldıktan sonra bizlere neşe içinde, nefis bir ayran ısmarlıyor:)




Kaymakam Bey’in asaleten ilk görev yeri. Konyalı genç, idealist ve heyecanlı bir devlet görevlisi… Karadeniz yöresindeki göç üzerine uzun uzun konuştuk. Kendisi çok güzel bir proje hazırlamış. Projesini Başbakanlığa onay için sunmuş, cevabını bekliyor. Dinlediğim projeyi çok beğendim ve ekledim;


- Eğer Başbakanlık projenizi onaylarsa, İstanbul'a gelin, basına tanıtma kısmında ben sonuna kadar size yardımcı olacağıma söz veririm.


Taşköprü yolunda, yörenin en önemli markası olan Taşköprü sarımsağı hakkında da bilgilendirildim. Bölgenin sarımsağının üç üstünlüğü var; toplandıktan sonra uzun süre dayanıyor, kanser de dahil olmak üzere birçok hastalığa iyi geliyor ve rayihası diğer sarımsak türlerine nazaran daha güçlü.


Taşköprü TSO Başkanı, sadece Taşköprü sarımsağına has bu özellikleri bölge toprağında bolca bulunan ‘selenyum minerali’ne bağlıyor. Anne tarafından Taşköprülü olan ben ise bunu Kastamonu çiftçisinin emeğine, alın terine ve ürününü sevgi ile yetiştirmesine bağlıyorum…


Dikkat çekilen diğer bir noktaysa keyfimi kaçırıyor. Sanayiciler olarak Çin'in haksız rekabetinden zaten son derece şikayetçiyiz. Gerek kalitesi düşük gerekse gayri insani şartlarda üretilen Çin mallarının piyasamızı işgal etmesi gündemimizin en önemli konularından biri. Benzer bir şikayeti burada da duymak beni çok şaşırttı. Çin, dünya sarımsağının yüzde 90’ını üretiyor. Taşköprü ise yüzde 4’ünü... Çin sarımsağı dönüm başına daha fazla ürün vermesine ve işçiliğinin daha kolay olmasına rağmen, kalite olarak bizimkine yaklaşamıyor bile. Dolayısıyla Çin sarımsağının kilosu 3 bin lira ise Taşköprü sarımsağınınki 8 bin lira. Ne yazık ki bazı üreticiler az da olsa Çin sarımsağı ekmeye başlamışlar. Mahsulü da yörenin sarımsağı ile karıştırıp hepsini ‘Taşköprü sarımsağı’ diye özellikle İstanbul pazarına gönderiyorlarmış… Buradaki en büyük tehlike, endemik bu ürünün yapısının bozulması ve zaman içinde de tamamen yitip gitmesi. Kaymakamlık ve Bakanlık bu konuda ciddi bir mücadele içine girmiş…


Yolda öğrendiğim diğer bir bilgi de yörenin antik geçmişi ile ilgili. Taşköprü Zımbıllı tepesinde, Pompeipolis Antik Kenti'nin kazıları sürüyor. Uzmanlar, Roma döneminden kalma bu antik kentin eşdeğerinin, Zeugma veya Efes olduğunu söylüyorlar. Kazılar çok yavaş ilerliyor; senede sadece bir ay. Kazı ekibi Almanya Münih Üniversitesi’nden ve başlarında Türk bir profesör var. Kastamonulular bu hızla giderse, kentin ortaya çıkartılmasının çok uzun süreceğini ve mutlaka milli bir ekibin devreye girmesi gerektiğini anlatıyor. Herkes böyle bir antik kent ortaya çıkarıldığı ve turizme kazandırıldığı takdirde, bölge ekonomisine çok olumlu bir etki gerçekleşeceği konusunda hemfikir.


Taşköprü girişinde yapılan karşılama töreniyle birlikte tören alanına, ilçeye ismini veren köprünün basına geliyoruz. Kaymakam, Belediye Başkanı, yeni ve eski milletvekilleri, Kastamonulu emekli yüksek rütbeli askerler ve bürokratlardan oluşan kalabalık bir protokolümüz var. Kurdele kesiminden sonra hep birlikte yürüyerek köprüyü geçiyoruz.






İlk ziyaret, festival dolayısıyla kurulan stantlara. İlgimi, Taşköprü TSO’nun bir projesi çekiyor. Avrupa Birliği'nden 150 bin Euro destek alarak ahşap oymacılık kursu açmış, bölge gençlerini eğitiyorlar. Başkan'ı bu çalışmalarından dolayı yürekten tebrik ediyorum.


Daha sonra festival korteji oluşturuyoruz. En önde mehteran, arkasında Meksika'dan Ukrayna’ya beş ayrı ülkeden gelen folklor ekipleri ve en arkada da takım elbiselerimiz içinde biz, yani protokol, Taşköprü sokaklarında yürümeye başlıyoruz. Kortej, belediye meydanında duruyor. Festival dolayısıyla güzel bir tarım fuarı da düzenlenmiş. Onun da açılışını yaptık. En iyi sarımsaklı yemek yapma dalında dereceye giren Taşköprülü hanımlara ödüllerini verdik. Arkasından İstiklal Marşı ve protokol konuşmaları… Konuşmalardan sonra sıra konuk folklor ekiplerinin gösterilerine geldiğinde müsaade isteyip kalkıyorum.
 










Önce Taşköprü Ticaret ve Sanayi Odası'nı ziyaret edip kısa ama verimli bir toplantı yaptık. Daha sonra Taşköprü Meslek Yüksekokulu’nu ziyaret ettik. Kapanan kendir fabrikasını halk kendi arasında para toplayarak okula çevirmiş. Ama öğretim elemanı eksikliğinden gerekli bölümleri açamamışlar. Şu an okuldaki öğrenci sayısı ne yazık ki iki elin parmaklarından az L İlçenin ileri gelenleri Pompeipolis kazılarından dolayı öncelikle arkeoloji kısmının açılmasını ve kazıları Kastamonu Üniversitesi’nin üstlenmesini arzu ediyor.


Havanın kararmasına yakın, bu güzel şehirle vedalaşmadan evvel, şehre hakim bir tepeye kurulu çay bahçesinde son bir ikram daha yapılıyor;


- Başkan, herkes kavun denince Kırkağaç kavununu bilir ama hele sen bir bizim kavunları tat ve sonra söyle, hangisi daha güzel?


Kavunun tadı damağımda kaldı…








Kaymakam, Belediye Başkanı ve diğer eşrafa tüm bu gösterdikleri konukseverlikten dolayı teşekkür edip Taşköprü’den ayrıldık. Akraba, dost ve oda yöneticilerinden oluşan küçük grubumuz aksam yemeği için Kastamonu-Ankara yolundaki İzbeli Çiftliği’ne doğru yola çıktı. Davet sahibi, Kastamonu Ticaret Borsası Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı Serdar İzbeli.


Çiftliğin kökleri, padişah Avcı Mehmet'in sipahi yetiştirilmek üzere bahşettiği tımara dayanıyor. Serdar Bey’in annesi Sabiha Hanımefendi (ömrü sağlıklı ve bereketli olsun, bu yüzden yaşını yazmıyorum) büyük bir neşe ve dinçlikle bir turizm işletmesine dönüştürülen mekanı yönetiyor. Sabiha Hanımefendi ve çiftliği, birçok kez haberlere konu olmuş, Türkiye’nin en iyi 10 kahvaltı mekanı arasına girmiş, hakkında köşe yazıları yazılmış... İki katlı kahya konağının giriş kapısında Anadolu’nun büyük evliyalarından Kastamonulu Şeyh Şaban-i Veli’nin meşhur sözü yazılı;


“Güle güle gelin, güle güle gidin, her işiniz güle güle olsun.”


Sabiha Hanımefendi, konağın tüm eşyalarını olduğu gibi muhafaza etmiş. Zamanında nasıl yaşanmışsa şimdi de öyle… Kendimi zamanda yolculuk etmiş ve o dönemde bir konağa misafir olmuş gibi hissettim. İkram edilen etli ekmeğin (gözleme), ev yapımı reçellerin ve baklavanın şimdiye kadar tattıklarımın en iyilerinden biri olduğunu söylesem, inanın abartmış olmam.


Bu, kültüre sahip çıkılması, yaşatılması ve gelecek nesillere aktarılmasıdır… Sabiha Hanımefendi başta olmak üzere tüm İzbeli Ailesi’ni tebrik ederim. Eğer sizlerin de yolu Kastamonu'ya düşerse, mutlaka Ankara yolu üzerindeki İzbeli Çiftliği’ne uğrayın. Zamanda  bir yolculuk yapın, kesinlikle pişman olmayacaksınız…